25 Nisan 2012 Çarşamba

Olimpiyat köşesi #1: Antik Olimpiyatlar


Olimpiyata bu kadar kısa süre kalmışken (92 gün) olimpiyatların geçmişine dair bir yazı dizisi planlıyorum.  İçinde her şampiyonun ilkleri, sembol sporcuları, önemli detayları ve en önemlisi hikayelerinin yer almasına özen göstermeyi düşünüyorum...

Şu an izlediğimiz, beklediğimiz olimpiyatlar “modern olimpiyat” adı altında geçiyor. Her şeyde olduğu gibi modern olimpiyatın da bir geçmişi var, hatta fazla geçmişi. Modern oyunlardan önce “antik olimpiyatlar” adı altında yarışlar yapılıyordu.

Tarihçesi

olympia
Peki böyle bir oyun düzenleme fikri nasıl çıktı? Herkesin bildiği üzere ilk modern olimpiyat Atina’da düzenlendi. Yunanlar sadece modern olimpiyatın değil antik olimpiyatın da kurucularıdır. Tarhiçesi ile ilgili pek çok söylenti var. Kesin tarihi de haliyle muallak... Rivayetlerin birine göre  Oyunlar, kutsal Olympia bölgesinde Zeus onuruna organize edilen dini kutlamalardı.  Hatta oyunların olduğu yerde Zeus’un heykelinin olduğu söylenmektedir.


Kısa kısa Antik Olimpiyatlar

 M.Ö 776’da başlayan oyunlar M.S 393’e kadar devam etmiş.
·        Olimpiyatlarda pankratyum, güreş, atletizm ve koşu yarışları yapılmış.
·    Oyunlara katılmak için üç şart koşuluyor. Yunan olmak, erkek olmak ve hür olmak. Bu sebeple ilk 400 yıl sadece erkekler oyunlarda yarışmış.
·    Evli kadınların oyunlara katılmaları kesinlikle yasakmış hatta bu suçu işleyenler ölümle cezalandırılırdı. Bu kuralı bozan tek kadın ise Kallipateira.
·         İlk oyunlar bir gün sürerken daha sonraları yarışlar beş güne çıkmış.
·         Kayıtlı ilk olimpiyat şampiyonu ise bir aşçı.
·     Yarışlar; 190 metrelik “Stadion” adı verilen pistte yapılıyormuş. Pist dolayısıyla 190 m yarışları da varmış.
·    Yarışlarda kullandıkları malzemeler ise Aryballos (topraktan yapılmış yağ küpü), Strigil (vücuttaki ter, yağ ve kumu sıyırmak için kullanılan eğri bir alet) ve Sünger.




·     Sporcular, oyunlar öncesi Olympia yakınlarındaki Elis’e gelmeden önce aylarca yoğun bir çalışma programından geçip yarışlardan dört hafta önce Elis şehrinde toplanırlarmış. Ön elemeler yapılıp en iyiler Olympia’daki mücadeleye giderlermiş.
·    Hakemler ve sporcular kurallarına uyacaklarına dair oyun öncesi yemin eder; kurallara  uymayanlara para cezası verilirmiş.
     Oyunların tek bir şampiyonu oluyormuş bu kişi de taç takılarak ödüllendiriliyormuş.
·         Hieromania antlaşması gereğince olimpiyat zamanı kimse kimseyle savaş yapmıyormuş...
·     O zamanlar oyunlar en demokratik yer olarak görülüyor. İlk başta geçerli olan” köleler yarışamaz” kuralının da kalkması itibari ile kölelerin rahatlıkla yarışıp kralları da yeniyorlarmış.
·    Fakirler ise kendilerine sponsor olmaları için asillerin yanına sığınıyor, onların işlerini      yaparken bunun karşılığı olarak da spor yapma şansı buluyorlarmış. 


Oyunların gelişiminin ise şu şekilde olduğu sanılmaktadır:

MÖ. 776
1. Olimpiyatlar
Koşu yarışı – Stadia
MÖ. 724
14. Olimpiyatlar
Çift tur koşu -Diaulos
MÖ. 720
15. Olimpiyatlar
Uzun mesafe koşusu – Dolichos
MÖ. 708
18. Olimpiyatlar
Pentatlon
MÖ. 708
18. Olimpiyatlar
Güreş
MÖ. 688
23. Olimpiyatlar
Boks
MÖ. 680
25. Olimpiyatlar
Dört atlı savaş arabası yarışı
MÖ. 648
33. Olimpiyatlar
At yarışı
MÖ. 648
33. Olimpiyatlar
Pankreas
MÖ. 520
65. Olimpiyatlar
Zırhlı koşu
MÖ. 408
93. Olimpiyatlar
İki atlı savaş arabası yarışı

23 Nisan 2012 Pazartesi

Taraftar güzel şey.....


Sporun en güzel şeyi kuşkusuz taraftar. Maç yapan insanlar daha iyi bilir, onları izleyen, destekleyen birileri varken yaptıkları maç daha keyifli. Seyircisiz maç sporcunun başına gelebilecek en kötü şey. Taraftar içinde maça gitmek ayrı keyif. Muhtemelen oradan aldığımız hazzı çoğu yerden de alamayız. Sadece takımınızı destekleyip zevk alabilirsiniz ama gittiğiniz ortamı şenlendirmek sizin elinizde. İşte Belacher Report’ta keşfettiğim kendini fazla kaptırmış taraftarlar :)


Bazı taraftarlar var ki normalde sevgilisine/eşine veya oyuncuya veremeyeceği mesajı maçlar sayesinde verir..






Bazıları var ki giydiği kıyafetlerle sahada olan maçtan daha fazla ilgi görür...

Bazıları var ki gittiği maçın alet edavatına dönüştürür kendini...






Bazısı var ki maça gitme olayını gerçekten yanlış anlamıştır...


Ve tabii ki rengarenk olanlar...


Ve her zaman two bigger than one...


19 Nisan 2012 Perşembe

Sizi Halter'e alalım...

Spor yapalım, izleyelim diyoruz ama ne yapıyoruz ne de izliyoruz. Futbol dışında tabii. Futbol sporun ağası olmuş durumda. Keşke başarısı olsa da ağalığına ağalık katsa. Futbola dair başarabildiğimiz tek şey şampiyona adayalığı, ne milli takım düzeyinde şampiyonaya gidebilme ne de kulüpler bazında herhangi bir organizasyonda gruplardan çıkabilme. (merhaba beşiktaşlılar) Neyse konu dağılmasın, bu blogun konsepti ne uygun bir post atmak için gene futboldan giriyorum. Bu bile “futbol is everything for Turkey” tezimi bir kez daha kendime kanıtlamış oldum.

 Bu ülkenin sporu güreştir, halterdir ve yeni yeni voleybol ve basketbol. (voleybolseverlikten bağımsız.) Herhangi bir sporun ülke sporu olması için başarı getirmesi gerekiyor. Hazır daha yeni Avrupa Halter Şampiyonası Antalya’da yapılmışken kısaca halter nedirden ziyade, geçmişi nedir, nereden gelmiştir, neler kazandırmıştır tabii ki Türkler bazında değinmek istedim.

Tabii halter denilince akla ilk olarak Naim Süleymanoğlu ve Halil Mutlu geliyor. Burada şöyle şanssız bir durum var ama Halil Mutlu’nun kırdığı rekorlar, kazandığı şampiyonluklar Naim Süleymanoğlu’nun kazandığı başarıların gölgesinde kalıyor maalesef. Aynı Ronaldo’nun naparsa yapsın Messi’den daha iyi olamayacağı gibi.

TARİHİ

Halterin tarihi te Osmanlı’ya dayanıyor. O zaman popüler bir eğlence olan pehlivanlık için gençlerin kollarını güçlendirmek adına yaptıkları egzersizler sonucu ortaya çıkmış. Egzersiz dediğimiz de hayvan ya da koca koca kayaları kaldırmak. Bunu zaman içinde ağırlık kaldırma sporuna dönüştürmüşler. O zmanalar ise esas amacı savaşlar sırasında iyi müdafaa yapabilmek, iyi kalkan kullanmak vs. Sultan 4. Murat itibari ile de sempatik sporumuz ordunun eğlencesi haline gelmiş, padişahımız da mermi, gülle (?) taşıyarak destek vermiş. Modern zamandaki halter ise Galatasaray Lisesi’nin Fransız öğretmenleri nin öncülüğünde aletli cimnastiğin bir parçası olarak ortaya çıkıyor.


KURALLARI - ÇEŞİTLERİ 


*Günümüzdeki halter, anlaşılırlığı ve kuralları en basit spor heralde. En fazla ağırlığı kaldıran sporcu kazanıyor. Aynı sikletteki sporcular silkme, koparma ve toplam olmak üzere üç dalda madalya alıyorlar. Sporcular sadece silkme ve koparma içn ağırlık kaldırırken bu iki yarışmanın en yüksek dereceleri toplanarak toplam kategorisi oluşuyor.
*Koparmada, sporcu tek seferde ağırlığı başının üstüne çıkarması gerekiyor. Silkme ise iki hareketten oluşuyor. Sporcu, barı önce omuz seviyesine sonra da başının üstüne çıkarmalı.
*Yarışmalardaki sikletler ise sporcuların kilolarına göre belirlenmiş durumda. Eğer iki sporcu aynı ağırlığı kaldırmış ise rakibine göre daha hafif olan sporcu sıralamada daha ön sırada yer alıyor.
*Sporcuların kaldırışlarının geçerliliğini ise karşılarındaki hakemler belirliyor. Sporcu kaldırışını yaptığı sırada, üç adet hakem önlerindeki butondan eğer kaldırışın geçerli olduğunu düşünüyorlarsa beyazı, geçerli olmadığını düşünüyorlar ise kırmızıyı seçiyorlar. Kaldırışın geçerli olması için üç hakemden en az ikisinin beyaz butonu seçmesi gerekiyor. Kaldırış geçerliliği için ayakların aynı hizada olmasına, dirseklerin dik olması durumuna bakıyorlar.

 MALZEMELERİ
                                     Halter barı
                                     Halter pisti
 
                                     Bar Kilidi
                                      Magnezyum tozu

 HALTER VE İLKLER 
 • Halteri halter olarak yapan ilk Türk Faik Üstünidman. Hatta zamanının (1904) olimpiyat şampiyonunun 112 kilosuna karşılık 115 kilo kaldırarak zamanında “bu sporun ağası biz olacağız” mesajını da yunanlı Kukussis’e vermiş.
 • Kulüpler düzeyindeki ilk sporcularımız ise Ali Rana, Tatar Süleyman, Bedri Nesip, Mustafa Hayri ve Osman Tahsin olmuştur.
 • İlk olimpiyatımız 1924 Paris Olimpiyatı. Oyunlara iki sporcu ile katılıyoruz ve kayda değer başarı kazanamıyoruz.
 • 1956’da Halter Federasyonumuz kuruluyor ve ilk başkanı Haşim Ekener oluyor.
 • Uluslararası ilk başarımız 1959’daki Akdeniz Oyunları’nda Metin Gürman’ın kazandığı ilk gümüş madalya.           •Uluslararası organizasyonlar kırılan ilk Türkiye rekorunu 1964 Tokyo Olimpiyatları’nda 445 kilo kaldıran Sadık Pekünlü kırmıştır.
 • Türkiye'ye Olimpiyat Şampiyonluğu kazandıran ilk kadın sporcumuz ise Nurcan Taylan.
 • Uluslararası oyunlarda ilk bronz madalyayı 1967 yılında Akdeniz Oyunları'nda 82.5 kilo kaldıran Güner Çevik kazanmıştır.
 • Uluslararası oyunlarda ilk altın madalyayı 1975 Akdeniz Oyunları'nda Mehmet Suvar kazanmıştır.
 • Olimpiyat Oyunları’nda ilk altın madalyayı ise Naim Süleymanoğlu kazanmıştır. (1988 Avrupa Şampiyonası’nda üç dünya rekoru; aynı yıl Seul’de dokuz olimpiyat altını ve altı dünya rekorunun da sahibidir)
 • Yaptığımız ilk doping ise 1991 yılındaki 11. Akdeniz Oyunları'nda Sunay Bulut ve Ali Eroğlu'ndan geldi.

8 Nisan 2012 Pazar

180 DERECE

Hayatta bazı şeylere ne kadar kızsan, küssen, bağırsan çağırsan da atsan atılmaz, satsan satılmaz. Her insanın hayatında bu yeri dolduran genellikle ailesidir ya da kardeşi kadar sevilen yakın arkadaşları ya da sevgilisi. Eğer taraftarsan (evet, seyirci değil) bunların yanına takımın gelir hatta öne bile geçer. Geçen yılda tüm Galatasaraylılar için aynen öyleydi. Hayat akışı içinde başımıza bir sürü şey geldi ama en çok ona sinirlendik, en çok  takımın o haline üzüldük ama haklıydık. 80-90 yıllarında doğan her çocuk Galatasaray’ın başarıları ile büyüdü. UEFA başarısını yatıp kalkıp dile getirmek de doğru değil zira başarıyı tekrarlamadıktan sonra anlamını bir süre sonra kaybediyor, maalesef. 2000’den sonra sadece 3 şampiyonluk gördük, şampiyon olamadığımız diğer yıllarda ise bir şekilde sineye çekebildik, geçen yıl hariç.


Geçen yıl hiç yaşanmamış olsun istedik ama ölmüşle olmuşa çare yok. Ali Sami Yen’i kaybettik en kötüsü. Bundan sonra sıralancak şeylerin çok bir anlamı yok aslında. Geçen yıldan sonra bu takım –enkaz?- nasıl toparlancak dedim(k), Fatih Terim başa geçince “gene mi?” dedim(k). “Fatih Terim egosundan kurtulsun da gelsin yeaa” dedim(k). Servet’i, Gökhan Zan’ı, Mustafa Sarp’ı bu takımdan nasıl göndercez dedik, bu takım nasıl gol atacak dedik(geçen yıl 34 maçta atılan 41 gol, hiç atma hani daha iyi) Olumsuzlukları say say gerçekten bitmiyor. Adnan Polat ve ekibine girmek dahi istemiyorum. Ciddi anlamda “bu enkazdan nasıl kurtuluruz?” dedik. Bu kadar kötü sezon gerçekten hayatımızda zor görürüz. Hani Allah düşmanımın başına vermesin denir ya, aynen öyle.

Sonra kendimizi bir anda 3 Temmuz sürecinde bulduk, kendimizi değil aslında Türk futbolunu. Ligin statüsü değişti, play off geldi, lig ertelendi, ne olduğumuzu anlayamadık. Tabii bu sırada takımda o kadar iyi şeyler oluyormuş ki aslında lig başlayamadan farkına bile varamadık.

Geçen yılki kadroyu göz önüne getirdiğimizde zaten aradaki farkı çok net anlayabiliriz her ne kadar sistem farklı olsa da:
İlk 11
2010-2011
2011-2012
Kaleci
Zapata-Ufuk
Muslera
Sağ bek
Sabri
Eboue – Sabri
Stoper
Servet – Gökhan
Ujfalusi
Stoper
Neill
Semih
Sol bek
Hakan Balta – Çağlar
Hakan Balta
Orta saha
Arda Turan
Emre Çolak – Riera
Orta saha
Ayhan – Mustafa Sarp – Barış (üçünü topla 1 adam etmez)
Selçuk
Orta saha
Culio – Cana
Melo
Orta saha
Pino – Stancu
Engin
Forvet
Baros
Baros – Necati
Forvet
Pino?
Elmander

Bu yıla kadar futbolun sistemle alakası olmadığını savunurken ki geçen yılki sistemsizliği görünce en kötü sistem sistemsizlikten iyidir düşüncesini daha yeni özümserken, bu yıl yüzümüze tokat değil de sille gibi çarpan bir 4-4-2 gerçeği var. Galatasaray ve 4-4-2 mi yoksa Fatih Terim ve 4-4-2 mi bundan çok emin değilim ama bu üçü bir araya gelince ortaya mükemmel bir şeyin çıktığı kesin.

Yukarıdaki tabloya bakınca her şey açık aslında.
·      *İlk 11’den sadece 2 oyuncu var. Hakan Balta ve Baros.
·     *Bunların yanına dünyanın en iyi beş kalecisinden biri olan Muslera’yı getirdik, her ne kadar elleri küçük olsa da.
·      Önüne, Çek Cumhuriyeti Milli Takımı kendi isteğiyle bırakana kadar sürekli oynayan, Atletico  Madrid’in daimi oyuncularından biri olan Tomas Ujfaluji’i (viking) getirdik; yanına da  resmen küllerinden yeniden doğan, hani bi futbolcunun geçirebileceği tüm sakatlıkları  geçiren ve toparlanan ve en önemlisi genç olan Semih’i koyduk.
·     Artık tüm Türkiye’nin diline düşmüş Sabri’nin yerine, Arsenal’den nasıl olduğunu anlayamadan Eboue’yi koyduk. Muslera + bu dörtlünün kaç maç bir arada oynadığını tam hatırlamıyorum ama Eboue’nin sakatlığı ve Afrika Kupası’na gitmesi ve diğerlerinin kırmızı kart cezaları dışında bu ekip hiç bozulmadı, çünkü güven verdiler.
·      Orta sahada ise TARTIŞMASIZ Türkiye’nin en iyi Türk oyuncusunu, Selçuk İnan’ı getirdik, hem de bonservisi olmadan. (“Ya ama çok para verdiniz, o kadar etmez yeaa” diyenlere keşke daha çok versek diyorum. Barcelona, Real Madrid, ManU, Bayern hepsinde oynayabilecek  tek Türk oyuncumuz, helali hoş olsun.)
·      Her ne kadar oynamasa da  ki bence bu yıl en çok üzüldüğüm futbolcu Ceyhun Gülselam’ı da kadroya kattık. (ki seneye şampiyonlar ligi + lig + kupa derken inşallah hak ettiği sansı bulacak)
·      Eboue’de olduğu gibi nasıl olduğunu anlayamadan Juventus’tan, Felipe Melo’yu kiraladık. Bu son olaydan bağımsız, geldiği ilk günden beri kendisinden haz etmiyorum, inşallah o kadar bonservis ödeyip almayız. Tribünlere oynamasının yanısıra maç içinde de oynadı, hakkını yemeyelim. 10 gol atarak kariyerindeki en çok golünü de burada attı.
·  Bu sezon bizi en çok dara sokan pozisyon ise 4-4-2’nin ortadaki dördün iki kenarıydı kuşkusuz. Buraya, Şenol Güneş’i bile yeri geldiğinde çileden çıkaran futbolun “psikopat” oyuncularından biri olan Engin Baytar’ı aldık, Fatih Hoca adam eder dedik, etti. Her ne kadar oyun içerisinde kafasını kaldırması gerektiği yerde kaldırmasa da ama biz de onu böyle sevdik. Şu an takımda gerçekten ne yaptığını anlayamadığım, sırf Arda’nın bize son dakika attığı gol sonrası uzatmalarda aldığımız Riera ile anlaştık. Riera ve Engin’in yanına ise artık “ha patladı, patlayacak” diye beklediğimiz Emre Çolak’ı monteledi Fatih Hoca, iyi de yaptı.
·   Forvete gelecek olursak, Baros’un ilk geldiği sezonda gösterdiği performanstan sonra bu takım uzun süre forvet nedir bilemedi. Elmander inanılmaz futbol oynadı -sistem oynattı da diyebiliriz bir nevi- Tüm derbilerde gol atmasının çok önemi yok aslında ama adam attı, takımın en golcü ismi. Takım savunmasını başlatan isim ki bunun ne kadar önemli olduğunu Elmander’in sakatlandığı sırada gördük. Bir de Neco var. Onun da nasıl gittiğini anlayamamıştık, geldiği iyi oldu zira ara transfer döneminde bir transfer ne kadar fayda getirir karşılığının literatürdeki yerini aldı kutsal atkuyruk.


Sezon sonunda tüm dinamikler birleşince, kısacası “takım” olunca ligin en çok golünü de (69 gol) atar, en az golünü de yer (24 gol) en iyi averaja (+44) da sahip olur; ligi de lider bitirirsin.(bundan 8-9 ay öncesine kadar biz buna şampiyon diyorduk.) Ama tabii ki daha hiçbir şey belli değil zira TFF dünyanın en amaçsız hareketinde bulunup play off sistemini getirdiler ama biz böyle oynadıktan sonra 6 maç daha oynarız, dert değil.
Play off’lar bitince şampiyonluğumuzu ilan edince bu konu ile ilgili bir yazı yazmak dileğiyle...